Sarıkeçililere Sadakat

2008 yılı ilk baharında Sarıkeçili yörüklerinin yaylaya göçlerine katılmıştık. O göç ile ilgili konumuz Atlas dergisinde yeralmıştı.

Yazı: H. Çağlar İnce

Sarıkeçililere Sadakat / Bitmeyen Yürüyüş

“Atlas, geleneksel göçer yaşantısını hâlâ sürdüren Yörük aşireti Sarıkeçililere dokuz yıl sonra tekrar konuk oldu. Onlarla birlikte yol aldı, kervanlarına katıldı ve yerleşik hayata zorlanmalarına karşı onlarla birlikte saf tuttu.”

Turnalar bozkırın üstünde bir doğuya bir batıya hareket ediyordu. Telaşlı ve kararsız bir uçuşları vardı, liderleri sağa sola sürüklüyordu onları. Karaman’da evinin önünde oturduğumuz Mehmet Can tanıdı onları ilk, sonra da diğer Yörükler. Aralarında konuşmaya başladılar. “Bunlar göğ Yörüğü.” “Ah bir de bağırsalar.” “Katarlandı turna yaylasına…”Kara bulutlar alçaktaydı, turnalar o nedenle yere çok yakın geçiyordu. Göç için gecikmişlerdi, belki de son kalan turnalardı. Bu durumları Sarıkeçili Yörüklerinin göçünü anımsattı bana. Aralarında oturup hikayelerini dinlediğim son göçer aşiretine. Aslında Sarıkeçililer göçmüyor, kaçıyordu. Ormancıdan, köylüden, yerleşik hayattan…

Mersin’in Aydıncık ilçesindeydik. Nisan ayının sonu gelmişti ama Yörükler hala göçe başlayamamıştı, bir hafta gecikmişlerdi. Göçleri yaklaşık 45 gün sürüyordu; önce Gülnar ve Mut ilçelerinden, sonra Karaman ilinin güneyinden geçiyor ve Konya’nın Seydişehir ilçesindeki yaylalara çıkıyorlardı. Karaman Valiliği’nin 20 Mart 2008’den itibaren “yürüyen hayvan geçişlerini” yasakladığı haberi, Yörüklerin tedirginliğini had safhaya çıkarmıştı. Neyse ki valilik 5-15 Mayıs arasında göçe geçici olarak izin verdi. Ama 16 Mayıs geldiğinde Karaman’dan çıkamayan ve sona kalan Yörük kervanlarına cezalar kesilecekti. Keçi başına 32 YTL. Yani bir keçinin bedelinin beşte biri.

Göçün başlayacağı 30 Nisan gecesi Mehmet Can’ın ailesinin çadırına misafir olduk. Can, bundan dokuz yıl önce çadırında Atlas ekibini ağırlamıştı. Ne yazık ki çok şey değişmişti geçen zamanda, göç yolları artık engellerle doluydu. Yaşı yetmişe dayanmış Yörük Mehmet de dizlerindeki rahatsızlık yüzünden göçe katılamıyordu. Yılın geri kalanında çadır hayatını sürdürüyor ama göç zamanı geçici olarak Karaman’daki akrabalarında kalıyordu, turnalara bakıp iç geçiriyordu.

Çünkü göç, tazelenmeye yolculuktur. Doğanın kışın ağırlaşan temposuyla uykuya çekilen Yörükler baharda yaylaya giderlerken tazelenir. Yükseklere doğru hareket ettikleri için baharlarını uzatırlar, yaylada temiz hava, su ve yeşil bulurlar. Hayvanlar otlar, doğa da budanır ve gübrelenir. Yörükler doğaya en yakın duran, ona en çok saygı duyan insanlar. Göçlerini ağaçların domur (tomurcuk) verme zamanından önceye denk getiriyorlar, böylece kışa geldiklerinde hayvanları için doğa tazelenmiş oluyor. Göçüp kalktığı yerde de Yörük’ün izine bile rastlanmıyor, o kadar ince davranıyor.

Ama Yörüklerin sıkıntısı çok. Tarla olan mera alanları, fidanlıklara dönen ormanlar nedeniyle Sarıkeçili Yörüklerinin hareket edecek yeri kalmadı. Zira kıl keçilerin zarar verdiği gerekçesiyle orman arazisine girmeleri yasak. Aksi takdirde binlerce YTL ceza ödemek zorundalar. Köylerin yakınından geçmeleri ya da bir köy yakınına konmaları için de muhtarlığa para vermeleri gerekli. Ocak 2008’de Sarıkeçililerle Mersin Valiliği ve Orman Bakanlığı yetkililerinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Devlet, onların artık yerleşmesini istiyor ama bunun için akılcı ve çağdaş bir çözüm önermiyor. Yörükler ise bir çözüm bulunana kadar ormanlardan yasağın kalkmasını bekliyor.

Günümüz dünyası yaşayan tarihe sahip çıkıp desteklemesi gerekirken onları dışlıyor. Sohbetlerde “obadan ne istenir” diye dert yanıyor Sarıkeçililer. Artık çoğu develerini satmış traktörle göçüyor. Develeri de genelde Silifke’deki sucuk üreticileri satın alıyor.

Atlas olarak yine Sarıkeçililerin yanındaydık. Göçerlikten ısrarla vazgeçmeyen bu büyük Yörük aşiretiyle birlikte yol alacak, konacak, kalkacaktık. Can ailesinin çadırı, Aydıncık ilçe merkezini ve Akdeniz’i gören bir tepede, kızılçamların içindeydi. Pıynar ve sakız ağaçları yeni yeni domur vermeye başlamıştı. Nisan başında açan çirişler solmaya durmuştu. Çadıra vardığımızda Mehmet Can’ın eşi Emine ve kızı Nasibe karşıladı bizi. Çadır, beş direk üzerine kurulmuştu. Bir tarafında kırmızılı, mavili, sarılı koçboynuzu desenli çuvallar diziliydi. Sırtımızı onlara verip zemini kaplayan keçeye oturduk. Nasibe, hemen ocaktaki ateşe bir iki kuru dal attı. Demliği suyla doldurarak közün üstüne yerleştirdi. Suyun kaynaması ve çayın demlenmesi neredeyse bir saati aldı. Emine Can özel işlemeli ahşap kutusundan çay bardaklarını çıkardı, Yörük’te her şey seyyarlığa uygundu. Çaylarımızı içerken “yerleşmek mi istersin göçmek mi diye” sordum. Cevabı netti: “Artık havasımız (hevesimiz) kalmadı…” Yörükler Türkçeyi o kadar güzel ve sade kullanıyordu ki bir soru sorulduktan sonra ikincisine gerek bırakmadan, kendi deyimleriyle “dümdüz” konuşuyorlardı.

O gece dokuz kişi yan yana keçenin üzerine yattık, deve yününden yorganları da üstümüze çektik. Dışardan ishakkuşu ve alacabaykuş sesleri geliyordu. Alacabaykuşa Yörükler “yusufçuk kuşu” diyordu. Yatarken evin tek oğlu Sinan anlattı. Öterken, “Yusuuuuufçuk kuzuları gördün mü?” dermiş.

Sabah beş buçukta uyandığımda ateş yakılmış çay demleniyordu. Kızlar yorganları toparlarken biri çadırın ön gergisini (yan örtüsü) söktü. Artık çadırın içinde değil “balkonundaydık”. Çok hızlı ve disiplinli toparlanıyorlardı, sekiz yaşındaki Havva’dan Emine Can’a herkes işini biliyordu. Saat altıyı bulduğunda günün ışıkları Toroslara vurmaya başladı. Diğer yan gergiler de sökülerek yere serildi. Çay hazır olunca hep beraber kahvaltıya oturduk. Artık sadece üstü kapalı kıl çadırın altındaydık. Çökelek, zeytin ve yufka ekmeği ile dürüm yapıp sessizce yedik. Sinan daha fazla bekleyemedi, son dürümü eline aldığı gibi iki yeğeni ile davarları toparlayıp yola çıktı. Davarlar dağdan, makiliklerin arasından gidecekti. Sonra birbirine zincirle bağlı, yularları süslü, boyunları çanlı develer geldi. “Kıh” diye bağırılınca çöktüler. Birbirine bağlanan çuvallar hörgüçlere hayvanın iki yanına gelecek şekilde yerleştirildi. Onun üstüne de yorganlar, kazanlar kondu, kırmızı çullar örtüldü. Develere bu kez “hoyt” dendi. Göç başlamıştı…

Göçte birkaç aile arka arkaya ilerliyor. Emine Can’ın kervanı da Akis Mehmet’le göçecekti. Saat yedi buçukta kervanlar yola dizildi. En önde obanın büyük kızı Nasibe vardı, tüm kızlar göç için bayram havasında en güzel kırmızılarını giyinmişti. Kimisinin belinde boncuklu kuşaklar, kimin boynunda boncuklu kolyeler vardı. Çam ağaçlarının içinde kırmızı kırmızı ilerliyordu kervan, Sarıkeçililer omuzlarında binyılların mirasını taşıyordu.

İki gün sonra Aydıncık ile Gülnar arasındaki Ardıçpınarı mevkiine geldik. Taşlık, makilik bir alandı. Rakım epey yükselmişti, tepelerde karaçamlar gösteriyordu kendini. Sahilde solmaya duran çirişler burada yeni yeni açıyordu. Yerler küçücük kırmızılı, morlu, sarılı çiçeklerle kaplıydı. Hayvanları güden çocuklar Emine Can tarafından tembihlendi, etrafta zehirli otlar vardı, hayvanlar onu yememeliydi…

Yürüyüşün önünde develer vardı; 200, 300 metre geriden davarlar geliyordu. Develerin olduğu gibi keçilerin önünde de bir kız sakince ilerliyordu ama sürünün arkasında büyük bir hareketlilik vardı. Keçilerin tarlalara, bahçelere girmemesi için bir sağa bir sola koşturuyor, bağırıyorlardı. Konmayı düşündüğümüz yere yaklaşınca Akis Mehmet’in sövmesi duyuldu. Oraya başkaları konmuştu. Yürümeye devam edip başka bir yer bulduk. Ama burada su yoktu, davarları daha da yürütmek gerekti.

Develer “kıh”landı. Yükler indi, develer otlamaya gitti. Çadır yine yere serildi, köşelerinden gelecek iplere göre kazıklar toprağa çakıldı. Direklerle kaldırılan çadır iplerle gerildi. Bütün bunlar sadece 15 dakika sürmüştü. Hemen büyük bir ocak taşı bulunarak çadıra konuldu ve Yörüğün bütün yorgunluğunu alacak çay demlendi.

Daha önden giden Gaga Kerim ise Gülnar sınırlarındaki Çakır Deresi’ne varmış çadırını yıkıyordu. Burası üzerinde sincapların gezdiği karaçamlarla kaplı, yamaçlarında kaya sıvacı kuşu seslerinin yankılandığı bir vadiydi. Tabanından ismine yakışır Çakır akıyordu. Gaga Kerim’e takılarak sordum: “Kara çadır is mi tuttu?” “Siyahtır, tutsa da göstermez.” Çadırı yıkadıktan sonra serdiler, sabaha kadar kuruyacak sonra da yol çıkılacaktı. O geceyi üstleri açık geçirdiler. Başuçlarında ala çuvallar, etraflarında dizleri bağlanmış devler…

Emine Can’ın “artık havasımız kalmadı” cevabı düşündürücü. Yörükler, Orta Asya’dan bu yana, bu ülke insanın karakterinin, kültürünün, özünün taşıyıcısı. Anadolu’nun genleri; hareketli, yaşayan bir müze. “Boğaz” havaları, oyunları, masalları, günlük hayatları binlerce yılın izlerini taşıyor. Kendisi de Honamlı Yörüğü olan Mersin Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Musa Akar, Orta Asya’da yaşayan Türkmenlerin Tengri (Gök Tanrı)-Yersu-Atalar kültü üçlemesinden oluşan Şamanist inancına sahip olduğunu belirtiyor. Türkmenler daha sonra İslamiyet’i benimsedi ama özgün kültürel dokularını da korudu. Öte taraftan Anadolu’da uzun süre yerleşik hayat ve göçerlik çelişkisi eksik olmadı. Yerleşikliği gerektiren tüccarlık ve zanaatkârlığın çıkarları göçebenin çıkarıyla çelişiyordu. İşte bu durum kanlı savaşların, sürgünlerin ve katliamların ana olgusuydu. Bir Türkmen ağıtı, yerleşik hayata zorlanmanın, kültüründen koparılmanın acısını şöyle anlatır: “Sultanoğlu leşkerine buyurdu/ Buyruğunu dört bir yana duyurdu/ Kılıç çaldı, ana, bebe savurdu/ Yalım esti her yanları kavurdu/ Vur yoldaş vuralım bugün kavga günüdür/ Ahırı eveli gine ölümdür…”

Uzun zaman geçti ama Türkmen’in çilesi bitmedi; 20. yüzyılda plansız, programsız uygulamaların sonunda başka acılar vardı. Bunlardan biri 1948’de Konya’nın Yunak kazasında bulunan Honam köyünde yaşandı. Maraş ve Antakya civarında göçen Honamlı Yörükleri bozkırın ortasındaki bu köye yerleşti. Kışları Amik Ovası’nda geçirmeye alışkın Yörükler daha ev yapmaya fırsat bulamadan kış bastırdı. Yeterli erzak yok, yakacak yok, ev yok. Kalakaldılar bozkırın ortasında. Honam köyünde yaşayan 82 yaşındaki Hacı İsmail Çetin, ilk iskan yılını şöyle anlatıyor: “O kış sonunda çocuk ve yaşlılardan kimse kalmadı. Büyük kış oldu. Ölülerimiz karda kurtlandı. Kalkmadı kar, dört ay yağdı.”

Herhangi bir ekonomik ve psikolojik alt yapı hazırlanmadan Yörükler yine yerleşik hayata geçiriliyor. Ama göçerliği sürdüren Sarıkeçililerin, Karaman’a yerleşen akrabalarının durumuna bakıp iki kere düşünmemesi mümkün değil.

Sarıkeçililer, Karaman sınırına girerken biz de yine bu ildeki “sarı evlerin” önündeydik. Turnaların kararsız uçuşunu seyrettikten sonra sohbete devam ettik. Sarıkeçililerin bir kısmı devlet desteğiyle buraya yerleşmişti. Karaman il merkezinin doğu ucunda, meranın ortasındaki “sarı evler” ikişer katlı, toplam 22 apartman. Göçerler buralara taşındıklarına pişman. Kıl çadırdan betonarme binalara geçince uyum sağlayamıyorlar. Gece bunalarak dışarı çıkıp dolaşanlar var. Bir diğer sorun işsizlik. Kent yaşamı zor; artık keçileri yok, onun yerine elektrik, su ve telefon faturaları, diğer masraflar var. Hacı Atar sarı evlerde bir dairesi olmasına rağmen oraya ısınamıyor: “Ne yapacağım ben bu delikte? İçimden gelmiyor, buzdolabı gibi.” Hemen yakında kurduğu “çatmada”, naylonlarla desteklenmiş çadırda yaşıyor.

Sohbete eski göçlerle devam ettik. Deve göyneğinden yapılan çarıkları, kızlarda ak gelinlerinde al gömlekleri, deve boncuklu önlükleri konuştuk. Göçün asıl heyecanını yaşlı göçerlerden dinledik. Çobanların gaval, kızların boğaz ve pıskırtma çalarak davar güttüğünden, otun bol olduğu yerde bir hafta konaklayarak yapılan göçlerden bahsettiler.

Bir hafta konaklanan yerlerden biri “Kıravga”ydı; Mut’a bağlı Göksu beldesinin eski adı. Yerleşimin içinden geçen Göksu, suyundan çay demlenilen nadir nehirlerden biri. Etrafında ise kayısı, erik, kiraz bahçeleri uzanıyor. Yörede meyvecilik geliştikçe bahçeler büyüyor, kavaklıklar kesilip yerine çeşit çeşit meyve ağaçları dikiliyor. Yakında yükselen Mağras (Gökçetaş) Dağı eteklerinde ise ormancılık faaliyetleri var. Yaşlı ağaçlar kesilip yerine yeni çam fidanları dikiliyor. Bu durum, Türkiye’de ormancılık faaliyetlerindeki anlayışı da gösteriyor. Endüstriyel bakış açısında ormanda yaşlı ağaca yer yok. Hâlbuki yaşlı ağaçlar orman ekosisteminde önemli yere sahip, birçok canlı türü yaşamak için onlara ihtiyaç duyuyor. Örneğin kara ağaçkakan yaşlı ormanlarda yaşıyor. Bu mantık, kıl keçisi besleyen Yörükleri ve köylüleri de hedef haline getiriyor. Yüzlerce yıldır aynı yollardan, kızılçam, karaçam, sedir, ardıç ormanlarının içinden geçiyorlar. Ve bu ormanlar hala yerinde duruyor…

Yörükler bu kez geceleyin sessizce Kıravga’yı geçti. Ormanın çam, köylünün ise meyve ağacı fidanlıkları vardı, keçilerin onlara ilişmemesi gerekiyordu, bunun için karanlıkta ilerlediler. Daha sonra konaklamak üzere Kıravga’nın öte tarafındaki tepeye yerleştiler.

Sarıkeçililer, Kıravga’dan önce iki gece Mağras Dağı’nın üst yamacında karaçamların arasında konaklamıştı. Yaklaşık 500 metrelik sarp vadinin tabanından Göksu Nehri geçiyordu. Yükseklerde ise tek tük sedirler vardı. Yörükler uygun bir yer bakmaya koyuldu. Kızgın güneşin altında bir küçük akbaba da onları izliyordu. Aslında bir gece kalacaklardı, çünkü dağda su yoktu. Keçiler için çok su gerekti. Ama aniden yağmur bastırınca mecburen bir gün daha kaldılar. Yollar çamurdu. Çadırlar ıslaktı. Hayvanların çamurda yürümesi zordu, üstelik sakatlanabilirlerdi. Traktörü olanlar aşağı köylerden tankerlerle su getirdi. Olmayanlar köylülerden parası ile su tankeri tuttu.

O gün bir keçi doğum yaptı. Ağacın altında kendi kendine yarım saatte doğurdu. Minicik, kapkara, sadece alnında bir beyazlık olan bir körpe. Bu lekeden dolayı ismini “Sakar” koydular. Annesi yavrusunun göbek bağını kendi dişi ile kemirdi, sonra her tarafını yalayarak temizledi. Sonra ayağa kalktı körpe. Annesinin memesini aramaya başladı ve sütüne kavuştu. Ertesi gün yola çıkarken onu bir devenin heybesine koydular.

Hacı Atar 60 yıl önce göç sırasında Kıravga’da yaptığı düğününü anlatmaya başladığında aklımdan Sakar geçiyordu. Üç gün üç gece sürmüştü düğünü, şimdiki üç saat süren düğünler de bir şey miydi? Dağlardan gelen büyük kütükler üç gün yanmıştı düğün yerinde. On davar kesilmişti. Deve, Arap ve kız kılığına giren erkekler orta oyunları oynamıştı. Düğünde adet gereği damadı kaçırmışlardı, gelinin anası da kaçıranlara bir kuzulu koyun vermişti…

Göçün sonuna doğru Apa Barajı’nın kuzeybatısındaki tepelerde Yörük ozanı Cemal Candan’la buluştuk. Doğayı iyi tanıyan, şiirler yazıp türküler yakan, masallar anlatan 67 yaşında bir bilgeydi bu. Sabah saatlerinde güneş bir buluta girdi, geri çıktı. Ozan Cemal “bugün yarın yağmur olacak” dedi. Akşama varmadı, yağmur bastırdı. Sordum, o anlattı:

“Bu hayvanların günahın yok, bu hayvanlar nereden geçerse orda yağmur yağar. Abaz Dağı’na geldik Çumra’nın. Biz geldik bir yağmur bir güzellik oh! Bulutlar, yağmurlar sular bu hayvanları özlüyor. Bunların günahı yok. Bunlar ne derse o olur. Deve tükendi, bereket tükendi. Yağmur da kalmadı. Doğa da kalmadı. Kuş sesi kalmamış. Keçi sesleri, oğlak sesleri, kuzu sesleri, koyun sesleri. Yağmurlar bulutlar onları özleyip onların sadakasını veriyor. Ben mahlukatların gezişinden çok yorum yaparım. Göçerken Mut civarına geldiğimde hanıma dedim: ‘Fadıma, garınca çok çalışıyor hızlı çalışıyor, yağış geliyor. Çabuk çadırımızı kuralım.’ ‘Ne yağmur yağacak, baksana ısıcak yanıp durur. Keşke yağmur bir yağsa da o Mut’un sıcağında bir serinlesek.’ ‘Göreceksin bak’ dedim. Garınca hızlı çalışıyor. Karşıdan çöp getiren birbirine vurdu muydu böyle tekerleniyor. Hani köylüler yağış geliyorken ‘yağış geliyor, sapı çekelim, ıslatmayalım, sapı sürelim’ derler ya. O gibi. Bir baktım. Tangur tungur bir yağmur indi.”

Bizi dinleyen yaşlılardan bir onayladı: “Turna geçimi, Yörük göçümü berekettir.” Ve Anadolu’nun bereketi Sarıkeçililer, uzun yolun sonunda sıcak günleri geçirmek için Seydişehir’in yaylalarına dağıldı. Göçün yüzlerce yıllık deneyimi ve görgüsüyle…