Kelebekler Vadisi

2003 Mayıs’ında tek başıma gittiğim Kelebekler Vadisi, ilk gezi yazısı denemesine de konu olmuştu.

2004 yılında, Birgün Gazetesi ve Mavişehir Yaşam Dergisi’nde yer aldı.

Yazı: H. Çağlar İnce

KELEBEKLER VADİSİ

“Bir yere nasıl, ne ile gidilebileceğini bilmeden, sadece fotoğraflarını görüp gitmeye kalkmak tek başına, diğer insanların ve aklımın bir yarısının dediği gibi delilik miydi gerçekten? Ya da; bir insanın daha doğar doğmaz, çevreyi algılamaya başlamasıyla sürekli artan ve sonraları sosyal hayatın getirdiği rutin sisteme uyma zorunluluğu sonucu belli kalıplara konulan ve körelen keşfetme duygusunun, beynimin diğer yarısında yeniden canlanması mıydı?”
Faralya minibüsünün camından 300 metre aşağıdaki karanın içine doğru sokulmuş turkuazın tonlarını görünceye kadar olan bu düşüncelerimin yerinde şimdi yeller esiyordu.

Fethiye’ye geldiğimde Kelebekler Vadisi hakkında bildiğim tek şey bu civarda ve sadece denizden ulaşılabilen bir yer olmasıydı. Herkesin farklı yanıt vermesine inat, sabırla soruyordum oraya nasıl giderim diye. Vardığım en sezgisel sonuçla Ölüdeniz’e gitmeye karar verdim. Ya -bu mevsimde seferlerin başlayıp başlamadığı meçhul- Kelebekler Vadisine giden tekneyi bulacaktım, ya da vadinin tepesinde bulunan Faralya köyüne günde birkaç sefer yapan minibüse binecektim. Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şey mantığıyla marketten aldığım; yükte ve pahada hafif konserve, kek, su üçlüsü ile birlikte ölüdeniz minibüsüne bindim. Tesadüfün güzelliğine bakın ki yolculardan ikisi Faralya köyüne gidecekmiş. Bende atlayınca, şoför de Ölüdeniz’den kalkan Faralya minibüsünü arayıp bekletti. Yaklaşık 20 km uzunluğunda yarısı stabilize olan yolda Faralya’ya doğru ilerlerken, denizin kıyısından dağın yamaçlarına doğru kıvrıla kıvrıla yükseliyorduk. Önce Ölüdeniz sonra onu da içine alan görsel şölen de bizimle birlikte… Yol içeri doğru kıvrım yapınca bittiğini sandığım manzara da deniz adeta dağı yararak içeri giriyor ve yeşille turkuaz arasında gidip gelen bir renk cümbüşü sergiliyordu. Minibüstekiler meraklı ve şaşkın bakışlarımdan anlamış olacaklar ki:
-vadiye mi geldin? Diye sordular.
Bende 300m. Aşağıdaki vadiye bakarak:
-evet ama aşağı iniş var mı ki?
-bak tam karşıda (vadinin öbür yakasını göstererek), en sağdaki tek binayı gördün mü?
-evet?
-orası George Pansiyon onun önünde bir patika başlar, işaretleri takip edersen aşağıya inersin.
Sarp kayalıklarda nasıl bir patika olabileceği beni düşündürse de az sonra ordayım. Hiç değilse, aşağı inen birileri olsa da peşlerine takılıp ben de insem diye düşünürken biri şapkalı diğeri güneş gözlüklü iki kişi geliyor, sırtlarında çantaları, ellerinde telsizleri kaybolan diğer arkadaşlarını arıyorlar. Konuşmalarından patikayı aralarken kaybolduklarını anlıyorum.

-vadiye mi ineceksiniz? Bu sefer ben soruyorum.
-evet.
-zor mu iniş? İnme konusunda kararsızımda.
-yok ya, biz geçen senelerde bir daha gelmiştik. İnersin herhalde sorun olmaz. Diğeri:
-bekle istersen beraber inelim.
Son cümle rahatlatıyor. Aslında beklediğim cevap buydu. Az aşağıda bekleyen üçüncü Arkadaşlarını da alıp yola koyuluyoruz. Bu arada tanışıyoruz; Derya ve Cem abi 30 Erhan abi se 45 yaşlarında. Ankara’dan gelmişler. Onlarda benim gibi 19 Mayısı değerlendiriyorlar. Sandaletin içinde ayağımın kayması, sandaletin bir ucun kopması ve hamlıktan kasılıp titreyen bacaklarımın inişimi yavaşlatmasına rağmen patika hafiften keçi olan biri için pek de zorlayıcı olmaz herhalde. 4 ayrı yerde zorlandık. Zor olan yerlerde de daha önceden çekilmiş ip var. İpin yardımıyla yüzümüzü kayaya dönüp tutamak ve basamakları kullanarak iniyoruz. Ama öyle aşırı bir tehlikesi yok. Vadiye indiğimizde -ki hala buraya geldiğime inanamıyordum- diz boyu otların arasından denize doğru yürüyoruz. Vadiyi saran kayalar korkutuyor insanı sanki kayalar kapanıverecek bizde arada kalacağız. Yukarıdan bakıldığında “V” şeklindeki bu vadinin iki yanındaki dev kaya kütlesinin kesiştiği yerde bir şelale gözüküyor. Şelalenin Hemen altında ağaçlık bir yer var orda da ikinci şelale var. Sağımız da solumuzda içinde çeşitli sebzeler yetişen ufak tarlalar görüyoruz. Bir iki ufak betonarme yapı dışında, kimisi iki katlı ahşap çardaklar bulunmakta. Denizin kıyısına vardığımızda, önce üst tarafı asmalarla örülü bir kafeye yöneliyoruz. Bu arada bizi vadinin geçici sahipleri karşılıyor. Günlük ücret sabit; ister çadırda kal ister çardakta fark etmiyor, ayrıca 3 öğün yemek, çay, kahve, su, tuvalet, duş ücrete dahil.
Bizimkiler plajın sakin olan ucuna doğru ilerlerken Derya Abi;
-hadi yürüsene çadırı kuralımda sonra doğru denize diyor. Çekingenliğimi üzerimden atıp beni de aralarına alan arkadaşlarıma katılıyorum. Bir an önce çadırı kurup kendimizi turkuazın tonlarına bırakıyoruz. Tüm yorgunluğumu hiçe sayarak, nefes almak bile aklıma gelmezken, kendimi koyun epey açıklarında buluyorum. Kenardaki bir kayalığın üzerine uzanıyorum. Tam karşımda vadi, hemen arkasında yükselen Baba Dağ ve oradan vadiye doğru üzülen yamaç paraşütleri… Nasıl bir sakinlik, nasıl bir huzur… Yoldaki tereddütlerim aklıma geliyor ve kendime gülüyordum. Şimdi İzmir’de olsam ne yapardım diye düşünüyorum… Hayatın sırrını aramaya koyuluyorum… Plaja çıkıp kumsala uzanınca muhabbete başlıyoruz. Ben bir cümle kuruyorum:
-tam strese atılacak yer! Bu kadar mı klasik bir cümle olur. Ve cevap ta hazır:
-stres mi oda ne?
Ve geliyor gerisi. 3’ü de tam seyyah! Üniversiteden sonra sarmış seyyahlık. Gezdikleri, gezecekleri yerleri anılarını dinliyorum. Erhan Abi Hindistan’dan yeni gelmiş. Tek başına gitmiş oraya ve bir ay kalmış. Anlata anlata bitiremiyor. Ömrüm yetmezmiş her yerini gezmeye. Tek gitmesem bu kadar gezemezdim diyor. Cem ve Derya bayramda Suriye’ye gitmişler arabayla. Şimdi Romanya planı yapıyorlar. Üçü de işi gücü olan insanlar ama fırsat bulup geziyorlar. Biz konuşurken motosiklet sesine benzer sesler geliyor. Biz şaşkın şaşkın etrafa bakarken Derya Abi gülümseyerek gökyüzünü gösteriyor. İki tane paramotor vadinin üstünde bir tur atıp tekrar kayboluyor. Diğer ikisi uykuya dalarken biz derya ile yürüyüşe çıkıyoruz plajda. Bir adam vadinin farklı manzaralarının sulu boya resimlerini yapıyor. Eski gezginler geliyor aklıma. O zamanlar fotoğraf makinesi olmadığından
gittikleri yerlerin resimlerini yaparlarmış. Gün batımı yaklaşıyor. Arkadaşlarım fotoğraf makinelerini kapıp plaja dağılırken ben çayımı alıp grubun rengine dalıyorum. Güneşte denize. Aklıma kelebekler vadisine ait bir internet sitesinde ki iki mısra geliyor:

“büyük şehirden kaçış
ve özlenilen sevgili…”

Akşam herkesin toplandığı asma altına gidiyoruz. Doğan abi buranın işletmecisi. Tüm vadiyi yeni devralmışlar. Kısa zamanda düzenlemişler burayı. Gerçekten de vadiye yukardan bakıldığında doğallığı bozacak hiçbir insan yapımı göze çarpmıyor. Kamelya ve çardaklar bile yeşilin arasında belli olmuyor. Vadiye günü birlik girişte ayakbastı parası alınıyor. Ölüdeniz’den kalkan yat turları, iki saatlerini buraya ayırıyorlarmış. Tam bu sırada en başından beri merak ettiğim; vadiye çalışan tarifeli tekne olup olmadığını soruyorum. Ölüdeniz ‘den günde 3-4 defa bir tekne gelip gidiyor. Taşıma tekelde olduğu için, yarım saatlik yola gidiş – geliş, 15 milyon gibi yüksek bir fiyat alınıyor. Vadide beklediğimiz kadar çok kelebek olmadığını söyledik. Ağustosta gelmemizi söyledi. Tuhaf! Bende gelmeden önce bir yerde, mayıs- haziran aylarında çok olduğunu okumuştum. 3-5 kişi ile daha tanıştık. Genelde ikişer kişi gelmişler ve İstanbul ‘dan gelenler ağırlıkta. Bir de hatıra defteri var vadinin. Gelen insanlar, yaşadıklarını düşüncelerini yazıyor oraya. Ateş böceklerinin rehberliğinde, asma altından ayrılarak elimde oradan aldığım yatak plajın öbür tarafında ki çadırımıza gidiyoruz. Hava güzel olduğundan dışarıda yatmaya karar veriyorum. Üzerimde aysız bir gökyüzü uykuya dalıyorum. Gece biraz soğuk ve rüzgarlı geçiyor. Üşüdüğümden olsa gerek sabah erken kalktım. Gece boyunca sahili döven dalgalar. Yerini sükûnete bırakmış. O sükûneti bozarak bende denize bırakıyorum kendimi. Sonra yavaş yavaş güneş yükseliyor tepelerin ardından. Güneş önce açığa, sonra yüzüme ve sonrada sahile vuruyor.
Sıkı bir kahvaltıdan sonra dünden beri merak ettiğim şelaleye gidiyoruz. Şelale müthiş! Hele altına girmek… Çığlıklı! Yürürken Peyzaj mimarı olan Derya abi bana tanıdığı bitkiler hakkında bilgiler veriyor. Yeni bir şey daha keşfediyorum: Doğa ile tanışmak. Ve bu keşif belki de hayatımın akışını değiştiriyor.
Ve dönüş vakti, arkadaşlarımla vedalaşıyorum. Geldiğimiz patikadan tırmanışa geçerken aklımda dolu dolu geçen iki gün ve yenilenen, hayatı bir süreliğine “çözdüğünü” düşünen ben!