SARIKEÇİLİLERE SADAKAT / En Özgür Türkler

2010 yılında Sarıkeçili Yörüklerine bu kez yaylalarında konuk olduk.
O Zaman Atlas dergisi Kasım 2010 da yayımlanan 212. sayısına da konu olmuştu.

Yazı: H. Çağlar İnce

SARIKEÇİLİLERE SADAKAT / En Özgür Türkler

“İlkbahar da doğada neşelenir, hareketlenir, canlanır. Kervanlar yüklenir, obalar birer gün arayla 10 gün içinde yola çıkar ve göç başlar” dedi Sarıkeçili Yörüklerinden Cemal Candan. Sözlerinin sonuna bir de şiir ekledi: “Bahar gelip dugguklar ötünce/ Ot çiçek yeşil yaprak açınca/ Gelinler, kızlar, kervanı göçü çekince/ Coşar gönül coşar…”
Yaşı 70’e dayanmış Cemal Candan’ın bulunduğu Kayacık Yaylası, Konya’nın Ahırlı ilçesine bağlı Karacakuyu ve Kayacık köyleri arasındaydı ve oraya traktör yoluyla gidilebiliyordu. Çadırını telefon tarifiyle bulmak eğlenceli bir bulmaca halini almıştı. Karşı tepelerde bir yerde olduğunu anlamıştık. Fakat traktör yolu ovanın içinde ikiye ayrılmıştı. Cemal Amca’yı aradım yine. Bizi görüyordu, hemen tarife başladı: “Şu gelen siyah araba mı? Solundaki ardıçlı tepenin yamacından dön gel, yol kıvrılır buraya gelir.” Tepenin ardını döndük, ilerleyince meşelik düz bir alana çıktık. Cemal Amca bizi gördüğüne göre yakınlarda olmalıydı. Tekrar aradım. “Burada beyaz bir taksi var, yakın mısın buraya” diye sordum. “Onlar piknikçi, sabah geldiler, onu geç, yukarı doğru kıvrıl gel.” Sanki dağ ile konuşuyordum. Sonunda tam tepenin başındaki Cemal Amca’ya ulaştık. “Çankaya Köşkü” dediği noktadaki çadırından tüm ova görünüyordu. Bir Yörük çadırını bulmak kolay olmuyordu işte.
Cemal Amca doğa aşığı bir halk ozanı ve masal dedesiydi. Yörük masallarını derlediğimiz “Kayıp Masallar Projesi”nde bulmuştuk onu. Bizi görünce “oy Çağlar’ım Çağlar’ım, gözlerim yolda kaldı ağlarım” diye mani dizdi hemen. “Çabuk geldiniz ya, yürüyen yiğide yol yetmezmiş” dedi çadıra girerken.
Yörüklerin tadına hasret kaldığımız çayı ateşin yanında demleniyordu. Cemal Amca için çay çok önemliydi. “İyi çay için meşe odunu gerek” diyor, çayın suyunu bile bir başka çeşmeden alıyordu. Bir de mutlaka onun kullandığı özel çay olmalıydı. Ama 500 gramlığı, 1000 gramlığının tadı farklı oluyormuş. Daha sonra gelini bahsetti. Yanımızda getirdiğimiz çayları meğer beğenmediği için Cemal Amca hep başkasına hediye edermiş.
Sohbet ederken torunu Vural geldi. Hepimizin teker teker elini sıkarak “hoş geldin” dedi. İki sene önce beş yaşında utangaç bir çocuk olarak görmüştük onu, şimdiyse tavırları, hareketleriyle bir delikanlıydı. Yörüklerde çocuklar erken büyüyordu. Vural boş zamanında oyun oynarken diğer zamanlarda anne ve babasıyla birlikte keçileri güdüyor, sürüden ayrılan keçilerin önünü çeviriyordu. Annesi ve babası sürünün başında gittiği zaman çadırı diğer hayvanlara karşı beklemek ona düşüyordu. Eğer çadır boş kalırsa bir köpek ya da keçi yiyeceklerini talan edebilirdi.
Diğer Yörük ailesindeki Emine Can’ın dokuz yaşındaki kız torunu da böyleydi; bir yandan kirmeni eğirirken bir yandan da keçi güdüyordu. Yörük çocukları küçük yaşta çadırda sorumluluk almaya başlıyor, yeni doğan bir oğlak, daha bebek yaştaki çocuğa veriliyordu. O oğlak çocuğun nasibi oluyor; o ne kadar yavrularsa çocuğun ileride o kadar sürüsü oluyordu. Yörüklerin sağlıklı ve dinç görünümlerinin ardında da bu yaşam biçimi yatıyordu.
Sarıkeçili Yörüklerinin konargöçer yaşamı, “kaçargöçer” şeklinde devam ediyordu. Geçtiğimiz yıllarda keçileri nedeniyle göç sırasında yüklü miktarlarda para cezası ödemişlerdi. Son bir iki yılda ceza sayısında düşme vardı. Fakat Yörükler kaçar gibi göçmekten yorgundu. Karaman’daki “sarı evler” adı verilen siteye yerleştirilen akrabaları gibi de olmak istemiyorlardı. Bu durumu göç sırasında rastladığımız yaşlı bir Sarıkeçili ninesi şöyle özetlemişti: “Ovada ekili tenem yok, kapıda dakılı danam yok, ne diyon sen bana.” Çünkü yerleşik hayata geçmenin güçlükleri saymakla bitmezdi, iş yok ama gider çoktu. Her şeyden de önemlisi alıştıkları, bırakmak istemedikleri bir yaşam tarzları vardı.
Sarıkeçililerin sorunları için hala somut bir çözüm üretilemedi. Sarıkeçililer Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Pervin Çoban Savran, Yörüklerin UNESCO’nun “Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması” sözleşmesi kapsamına alınmalarıyla ilgili bir çalışmanın bulunduğunu söylüyor. Ama henüz ortada net bir gelişme yoktu.
Sarıkeçililer, kadim Yörük kültürünün son temsilcilerinden. Hayvanların otlaması için her yıl nisan ayının sonunda Mersin’den yaklaşık 40 gün sürecek bir yolculuğa çıkıyorlar. Konya’daki yaylalarına varan Yörükler, eylül ortasından itibaren de geri dönüyor ve kasımda kışlaklarına varıyor. Ancak tarım alanlarının artması ve fidanlıklara dönen orman alanları nedeniyle Sarıkeçililerin yüzyıllardır sürdürdüğü göç geleneği bitmek üzere. Pervin Çoban Savran, günümüzde 180 çadır ve yaklaşık 1200 kişinin göçtüğünü söylüyor. Fakat artık sadece yedi ailede deve var; 2008’de bu sayı 13’tü. Diğerleri artık yüklerini traktör ve kamyonla taşıyordu. Ama hız yine aynı: Keçi hızı. Çünkü keçilerin otlayarak göçmesi birinci öncelikleri.
Yörüklerin yaşam biçiminin, günlük işlerinin ve yaylaya göçlerinin merkezinde, tek geçim kaynakları olan keçileri var. Keçiler iyi beslenip sağlıklı olmak zorunda. Cemal Amca keçinin 21 farklı ürününden faydalandıklarından bahsediyor. Kıl keçisi ağıla ve hazır yeme ihtiyaç duymuyor. Ottan çalı ve ağaççık türlerine kadar uzanan farklı bitkileri ve yaprakları yiyor. Yörüklerin et ve süt ihtiyacını karşılıyor, kılından çadır, çuval gibi temel malzemeler yapılıyor.
Karaman’daki sarı evlerde konutu olmasına rağmen hâlâ sitenin önüne kurduğu çadırda yaşayan Yörüklerden 80’lik Hacı Atar, “dünya kurulduğundan bu yana kıl keçi de var, orman da var, niye bunca zamandır zarar etmedi de üç beş senedir ediyor” diyor.
Bir gün Sarıkeçili Yörüklerine yaylasını kiralayan Seydişehir’e bağlı Çat köyünün muhtarı, köyün karşısındaki iki tepeyi gösterdi. İkisi de aynı meşe ormanı habitatına sahipti. Bir tepede meşeler kuru dal parçaları olarak kalmıştı, meşe kömürü üretimi için ağaçlar kesiliyordu. Diğeri ise sıkı meşelikti. Bu ikinci tepede geçen sene Yörükler yaylamıştı. Muhtar, “bu ağaçlar daha ne istesin” diyordu. “Gübresini, çapasını, budamasını keçiler hep sağlıyor. Gelecek sene bu ormanlar daha gür çıkıyor.”
Yörüklerin çadırları genelde birbirine uzak. Başlıca yaylaları ise şöyle: Hadim, Taşkent, Yalıhüyük ve Ermenek’in yaylaları. Seydişehir’in Gevrekli, İncesu, Namza, Sayalı, Söbüçimen yaylaları. Bozkır’ın Karacakuyu, Kuruçay yaylaları. Ahırlı’nın Kayacık Yaylası.
Cemal Candan, birkaç yıldır Kayacık Yaylası’nı tercih ediyordu. Yaylaya, bağlı olduğu köyün muhtarlığı için bir çeşme yaptırmıştı. Köylülerle iletişimi iyiydi, ara sıra birbirlerine misafir oluyorlardı. Cemal Amca doğduğunda develerinde bir bereketsizlik varmış. Aldıkları deve de ölürmüş, doğan develeri de. Hocaya gitmişler. “Evde küçük çocuk var mı” diye sormuş hoca, olduğunu öğrenince “adını Cemal koyun” demiş. Çünkü Arapçadaki “cemel”, deve anlamına geliyormuş. Ondan sonra develer çoğalmaya başlamış.
Hanımının ismi Fadime ama Cemal Amca ona “Madımak” diyor. Hatta ona Madımak türküsünü söylüyor zaman zaman. Çaylarımızı içerken Cemal Amca’dan kıl çadırın özelliklerinden söz ediyor. Çadırın gözenekli, havadar, aynı zamanda yağmur geçirmeyen yapısını anlatırken “kıl çadırın kırk penceresi vardır” diyor. Yörükler için yaşadıkları mekânın sürekli esinti alması şart. Gece uyurken bile çadırın bir tarafı sürekli açık. “Soğukta çadır nasıl” diye sorduğumuzda Fadime Candan giriyor lafa: “Kara bıyıklıdan korkmam, kara çuldan korktuğum kadar demiş soğuk.”
Akşamüstüne doğru Cemal Amca’nın oğlu Musa Candan’la keçileri otlatmaya dağa gidiyoruz. Meşeliklerin içinden ilerlerken etrafta ibibikler, karatavuklar geziyor. Keçiler de bizimle beraber meşelerin alt dallarının yapraklarını yiyerek dolaşıyor. Musa, onların, daha önce hiç duymadığım özelliklerini anlatmaya başlıyor. Bir keçi, diğer keçinin ağzının değdiği meşeyi yemezmiş. Bunu ispatlamak için bir keçinin yediği dalı ağzından alıp bir başkasına uzattı. Keçi kokladı ve yemeden gitti. Musa bu kez ona başka bir dal uzattı, onu yedi. Sürekli Musa’nın yanında gezen, çağırdığında gelen, onun uzattığı her yaprağı yiyen bir oğlak var. Bu yakınlığından dolayı ona “Gönül” ismini koymuş. “Çok alçakgönüllü bir oğlak, diğerleri gibi burnu havada değil” diyor. Bir de “Moris” ismini verdiği bir oğlak var. “Moris eski bir traktör modeli, oğlak da onun gibi sportmen, atik.”
Göç sırasında Musa’yla keçileri otlatırken soyulmuş bir dal parçası bulmuştuk. Üzerinde bir dörtlük yazılıydı. Ardından buna benzer birkaç tane dal daha bulduk. Musa’nın anlattığına göre keçi otlatırken bazen bir dal koparıp kabuğunu soyuyor, üzerine o an içinden ne geliyorsa onu yazıyormuş. Bu bir dörtlük de olabiliyormuş. Fakat üstüne mutlaka tarih konurmuş. Bu yöntemin diğer obaların kızlarıyla iletişim kurmak için de kullanıldığını söylüyor Musa. O kız için içinden geleni yazarsın ve keçi güderken uzaktan ona doğru fırlatırsın. Eğer onu yerden alırsa sana gönlü vardır. Almazsa bahtına!
Musa çok yönlü birisiydi. Her geldiğimizde yeni bir özelliğini fark ediyorduk. Son ziyaretimizde yaptığı resimleri görmüştük, gerçekten çok yetenekliydi. Bu sefer de bize aynayı anlattı. Ayna özellikle çobanlar arasında önemli bir iletişim aracıydı. “Karşı tepedeki çobana sesini yetiştiremediğin zaman ayna tutarak dikkatini çekebilirsin” diyor Musa. Biz çadırını ararken Cemal Amca da bize ayna tutmuş fakat arabanın içinde olduğumuzdan görememişiz.
Derken Musa cebinden bir ayna çıkardı, üzerine nefesiyle buğu yaptı. “Buğu hızla kaybolunca o gün yağmur yok, eğer biraz geç giderse kesin yağmur var” dedi. Neyse ki buğu hızlı silinmişti, bu gece yağmur yoktu. Çadırın gençleri yaylada kurt tehlikesi nedeniyle davarın arasında uyudukları için gece yağmur olmaması iyiydi. Musa aynayı önümüzdeki kayanın altındaki karanlık deliğe tuttu, yansıyan güneş ışığı deliğin içini aydınlattı. “Gündüz feneridir bu” dedi Musa. “Ufak tefek deliklerde ne var ne yok, yılan mı var, hep bununla tanırız (bakarız).”
Çadıra doğru ilerlerken yakındaki ağaçlarda sincapların bağırışlarını duyduk. O ağaçtan o ağaca oyun oynuyorlardı. Yörükler sincaba “tirik” diyordu. Çok atik olduğu için bu ismi yakıştırmışlar. Çadıra girdiğimizde hava artık kararıyordu. Fadime Candan yemeği çoktan hazırlamıştı. Taze fasulye, bulgur pilavı ve ayran. Keçi sütünün tereyağı farklı bir lezzet katıyordu yemeklere. Daha önce de Emine Can’ın evinde yemek yemiştik. Orada kızı Nasibe yemek pişirmişti bize. Soğan ve fasulyeyi tereyağında iyice kavurmuş, içine domatesi koyup iyice pişirdikten sonra biraz su eklemişti. Sonra yemeğe bir kaşık kaymak atmıştı. Sanırım işin püf noktası da keçi sütünden yapılan bu kaymaktaydı.
Yemekten sonra çadırın içinde ateşin başında, dirseklerimizin altında birer yastık, yan yatıp sohbete başladık. Yörüğün koltuğu buydu. Çadırda başka türlü saatlerce dik oturmanın mümkünü yoktu. Biz otururken çayın bir saatten fazla süren demlenme seremonisi başladı. Sohbet, ne zamandır şahit olduğum “Yörük inadına” geldi. “Yörük küstüğü dağa davarını katmaz”, “Yörük küstüğü dağın odununu yakmaz” gibi atasözleri bile vardı. Özellikle kız kaçırma olaylarında kız babası bazen ömür boyu küsebiliyordu. Cemal Amca’ya göre kız isteme beş altı yıldır adet olmuştu. Daha öncesinde hep “çalı düğünü” vardı, yani kız ile oğlan kaçardı. “Kız ile oğlan anlaştı da, birbirini sevdi de, konuştu da kaçtı mı tamam” diyor Cemal Amca. Ama zorla kaçırma olamayacağını vurguluyor. “Zorla kaçırsa kız durmaz çadırda, kaçar gider.” Cemal Amca da zamanında eşi Fadime’yi kaçırmış, anlatırken hâlâ heyecanı yüzüne vuruyor.
Daha sonra Cemal Amca’yla ortak ilgi alanımız kuşlardan açtık konuyu. “Keklik var mı buralarda” dememle birlikte yarasına bastığımı fark ettim. “Eskiden keklik havalandı mı güneşi tutardı” diyerek hüzünle başladı anlatmaya. “Gübre kekliği bitirdi. Bir de tarım ilacı. Kuş sesine hasretiz. Her şeyi bitiriyorlar, keçi de kalmadı artık…”
Kuşların çoğunun sesini taklit ediyor Cemal Amca. Davranışlarını yorumluyor. Mart ayında beni aramıştı. Mersin Aydıncık’taydı çadırı o zaman. Kıbrıs üzerinden göçen kuş sürülerinin, vadi üstünde olduğu için onun çadırının önünden yükselerek dağı aşması gerekiyordu. Yaklaşık 80 turna çadırını yalayıp geçmişti. “Hemen dürbünü aldım da iyice bir tanıdım. Bakalım bu sene yaz veya kış nasıl geçecek? Bu kadar alçaktan geçmesi neyi gösteriyor?” Cemal Amca’nın üç ses kayıt cihazı vardı. Yıllardan beri düşüncelerini, türkülerini hep kaydetmiş. Bize de eski kayıtların bir kısmını dinletti, artık sesinin yaşlandığından şikâyet ediyor. Bir de 1986 yılından bir olay anlatıyor: “Dugguk kuşunu çok severim. Hele ötüşüne bayılıyorum. Her gün gelip bizim aşağıdaki ağacın tepesinde ötüyor. Bir gün kafaya koydum, sesini kaydedeceğim. Gittim, yattım taşın arasına, bir saat kadara bizim kuş geldi öttü. Bastım düğmeye ama ne sevinçliyim. Sonra kuş gitti. Bir de baktım ki pil bitmiş, kaydolmamış. Bak tam 24 sene oldu hala içime dert…”
Hayvanların “dilinden” anlamanın, Yörükler için işleri kolaylaştırmaktan öte bir anlamı var. Eskinin kaval çalan çobanlarından bahsederlerken “öyle çalardı ki sürü onun sözünden çıkmazdı” diyorlar. Yılmaz Güney’in yıllar önce çektiği “Kızılırmak Karakoyun” filmine konu olan, “Kayıp Masallar” projesi sırasında bizim de sıkça dinlediğimiz “Mor Koyun” efsanesi buna güzel bir örnek.
Keçiler ilerlerken bahçe ve tarlalara girmemeli, aynı zamanda arkadan gelen diğer obaların sürüleri ile karışmamalı. Bunun için önden bir kişi yol göstererek giderken arkadan gelenler sürünün dağılmasını engellemek için keçilere sesleniyor ve sürüyü yönetiyordu. “Sağa git”, “sola git”, “gel”, “git”in tek tek, birbirinden farklı seslenişleri vardır. Benzer bir iletişim de develerle mevcuttu. Sarıkeçili Yörüklerinden Nasibe Can bunu “deveye ‘hoyt!’ dedin mi yürür, ‘kıh!’ dedin mi çöker, ‘cehey!’ dedin mi yürür” diye açıklıyordu.
Keçilere sesleniş biçimi kendine özgü tonlama ile her Yörük boyuna göre değişiyor, ayrıca bulunulan coğrafi bölgelere de uyum sağlıyor. Örneğin Mersin’i İç Anadolu’ya bağlayan Sertavul Geçidi civarında yarı yerleşik yaşam süren bir Yörük boyu, yaz aylarını Toroslar’ın sarp kayalık yamaçlarında geçiriyor. Buradaki mağaralar doğal, korunaklı ağıllar oluşturuyor. Aynı kayaları mesken tutan diğer bir canlı ise muhteşem ötüşü çevrede çınlayan kaya sıvacı kuşu. Bu ötüş Yörüklere de yansımış; onlar da bu sesi ıslıkla çıkararak keçileri yönlendiriyor.
Eskiden bir davar ya da koyun dağda kaybolduğunda “kurtağzı bağlaması” duası edilirdi. Bir bıçağın ağzına dua okuyup dağa doğru çevirdiğin zaman kurdun ağzı “bağlanırdı”. Hayvanlar bulununcaya kadar kurt onlara dokunmazdı, bulunduktan sonra da kurda eziyet olmasın diye bıçağın ağzı açılırdı.
Ertesi gün yaylada keçi kırkımı vardı. Cemal Candan ve ailesi diğer yaylalara uzak olduğu için bu sene toplu kırkıma katılmıyor. “Günde 15, 20 tane kırksak tek başımıza bir hafta, 10 güne bitiririz” diyorlar. Diğer Yörük obaları ise her gün birinde toplanıp imece usulü o kişinin tüm keçilerini kırkıyor. Keçisi kırkılan da bir keçi kurban edip gelenlere, eşe dosta ikram ediyor. Keçilerin sırtına makaslarla desenler veriyorlar. İki makasları var; biriyle kaba kesim, diğeriyle nakış yapılıyor.
Keçilerin kırkılması bir anlamda yaylada yenilenmenin göstergesi. Heyecanı göç zamanından başlıyor. Yaylaya göçerlerken “siz asıl yaylada keçi kırkımında geleceksiniz” diyordu Yörükler. Kışlaklarında da hep bir yayla özlemi vardı, yola çıkacakları zamanı anıp “daha çok var” diye hayıflanırlardı. İşte şimdi onlarla birlikte yayladaydık. Burada yaşamın canlandığını hareketliliklerinden, neşelerinden hissediyorsunuz. Geceleri gençler hep dışarıda, yıldızların altında uyuyor. Kuru havada tertemiz bir uyku var yaylada.
Isparta’daki atölyeler Yörüklerin kırktığı keçi kıllarını satın alıp çadır dokuyor; Yörükler de artık bu fabrikasyon dokumaları kullanıyor. “Kılı bire satıp çadırı 10’a alıyoruz” diyor Sarıkeçililer. Dokuma, aslında kadınların işi. Cemal Amca yeni durumu köylü kadınların çamaşır makinesine geçişine benzetiyor. “İcatlar çıktıkça bizim kadınlar da kolaya gidiyor” diyor. Buna kızıyor, çünkü fabrikasyon çadırı hiç sevmiyor. Bu çadırın dokusunun gözenekleri birbiriyle aynı boyda ve aynı düzende, ayrıca el dokumasına göre gözenekler biraz daha geniş. Bu yüzden çadır su alıyor. El dokuma çadırlarda ise yağmur yağdığında ilk başta içeri biraz su sızıyor ama gözenekler hemen şiştiği için sonrasında içeri yağmur girmiyor. Buna göç sırasında ben de şahit olmuştum. Bir gece yüzüme gelen damlacıklar beni uyandırdı ama sonra su içeri hiç girmedi, sabaha kadar yağmur sesinin içinde ıslanmadan uyuduk.
Yörükler genelde çadırlarını rüzgâr almayan, yağmur suyunun toprakta sel şeklinde akmayacağı yerlere kuruyor. Ama yağmurun fazla yağdığı durumlara karşı da bir yöntemleri var. Yattıkları keçenin altına çalılar koyuyorlar, gece suyun onlara değmeden alttan akıp gitmesini sağlıyorlar. Uyurken yağmura, suya bu kadar yakınlar ama ürettikleri çözümler sayesinde rahatsızlık da duymuyorlar. Doğa ile birliktelik bu olsa gerek.
Sarıkeçili Yörüklerinin “doğa diline” hâkimiyeti, çevreleriyle sürdürdükleri uyumlu yaşamın temelini oluşturuyor. Hayvanların hareketlerinden havayı tahmin edebilen Yörükler, rüzgâra göre kurdun gelebileceği yönü bile kestirebiliyor. Bir yaprak üzerindeki çiğ damlasından yoğurt, keçi kursağından peynir mayalamak gibi doğada saklı pek çok bilgiye sahipler. Doğanın dengesine saygılı yaşam tarzları ve göçleriyle doğanın döngüsüne katılıyorlar, onunla bir oluyorlar.